single image
12-11-2024
Emre CANER

İstanbul’un anıt heykelleri

Şehirlerle özdeşleşmiş heykeller vardır. Mermer, tunç veya bronzdurlar; dikkatsiz ve belleksiz gözler için cansız ve soğuk nesneler olarak dururlar. Ama hepsinin birer hikâyesi vardır. Önce yaratıcılarının zihinlerinde tasarlanırlar ardından maharetli ellerde vücut bulurlar… Sonra bir gün gelir, şehrin alelade bir köşesine veya en önemli meydanına dikilirler. İşte asıl o zaman başlar heykellerin yaşamı. Her gün binlerce insan önlerinden geçer, hemen yanı başında randevulaşanlar usulca saatlerine bakarlar. Yağmur, kar, gece, gündüz… Yıllar geçer. Şehrin hafızasının bir parçasıdır artık heykeller.

 

Sarayburnu Atatürk Heykeli

İstanbul heykel konusunda oldukça toydur aslında. Roma dönemini saymazsak yüzyıllar, heykel noksanlığıyla geçmiştir. Kamusal alanda görkemli bir heykelin arzı endam edebilmesi için Cumhuriyet dönemini beklemek gerekecektir. 

Cumhuriyetin ilk yıllarında İstanbul Belediyesi şehre Kurtarıcı Gazi’nin bir heykelini dikmek ister. Viyanalı meşhur heykeltıraş Heinrich Krippel genç Türkiye Cumhuriyeti’nin davetlisi olarak ülkemize gelir. Mustafa Kemal sanatçıyı birçok kez makamında kabul eder ve ona pozlar verir. Krippel taslaklarını hazırladıktan sonra Viyana’daki atölyesine geri döner ve çalışmaya başlar. Bir yıl sonra bronza dökülen kalıplar deniz yoluyla İstanbul’a gönderilir. Sarayburnu’ndaki eli belinde duran Mustafa Kemal heykeli bu iş birliğinin ilk meyvesi olur. Dahası bu heykel İstanbul’da halka açık bir şekilde sergilenmeye başlanan ilk kamusal ve figüratif heykeldir.

1926 yılında yerine yerleştirilen heykel için seçilen konumsa ilginçtir. Bir kere şehrin tarihi bir meydanı değildir Sarayburnu. Yaya trafiğinin yoğun olmadığı, o dönem için otomobille ulaşmanın oldukça zor olduğu Marmara kıyı şeridinin Sirkeci’ye yakın bir noktasıdır. Ama İstanbul’un işgali sırasında Fransız komutan d’Esperey tam da bu noktadan karaya çıkmış ve gövde gösterisi yaparak Karaköy, Şişhane üzerinden Taksim’e kadar ilerlemiştir. O kara günün hatıralarının hâlâ taze olduğu günlerde, Mustafa Kemal heykeli tam da o noktaya yerleştirilecek ve bundan böyle Gazi, kurtarıcısı olduğu Anadolu’ya doğru bakacaktır. 

Doğal olarak heykel daha dikildiği anda İstanbul halkının ilgisine mazhar olur. Mustafa Kemal zaferden sonra Ankara’daki işlerine odaklanmış ve yıllar önce ayrıldığı İstanbul’a adım atmamıştır. Bu nedenle İstanbullular kurtarıcılarını görmek için Sarayburnu Parkı’na akın ederler. Gece yarıları bile heykelin çevresi dolup taşar. İstanbul halkıyla Gazi Paşa arasındaki ilk kucaklaşma böyle gerçekleşir… 

Mustafa Kemal’i sivil giysilerinin içinde Cumhuriyetin ilk reisi olarak betimleyen Sarayburnu’ndaki heykel, dinamik formuyla kendisinden sonra yapılacak eserlerin neredeyse hepsinden ayrılacaktır. Heinrich Krippel’in yapıtı bu bağlamda istisnai yerini bugün bile korumaktadır.  

Taksim Cumhuriyet Anıtı

İstanbul’un modern mimarisi ve kültürel yüzüyle batıya açılan penceresi olan Beyoğlu bölgesinin, 1928 yılında dikilecek yeni heykele ev sahipliği yapması kararlaştırılır. Günümüzde Taksim Meydanı’nın İstanbul’un merkezi olma iddiası biraz da Cumhuriyet Anıtı sayesindedir.

Taksim’e heykel konulması fikrinin gerçekleştirilebilmesi için “Abide Komisyonu” adından bir çalışma grubu kurulmuş ve organizasyon bu sayede işlerlik kazanmıştı. Özellikle heykelin yüksek maliyeti zaman zaman komisyonu zor duruma sokmuştu. Ama gazetelere ilan verilerek halkın bağış yapması sağlanmış ve ekonomik darboğaz bu sayede aşılmıştı. (Gerçi Taksim Anıtı büyük bir su havuzunun ortasına dikilen bir çeşme olarak tasarlamıştır. Ne yazık ki maddi olanaksızlar nedeniyle heykelin havuz bölümü sonradan projeden çıkartılır.) 

İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica’nın eseri olan heykeller toplamda 84 ton ağırlığındadır. Anıt 1928 yılının temmuz ayı içerisinde peyderpey Roma’dan sandıklar içinde getirilir. Galata limanına indirilen sandıklar kamyonlara yüklenip Taksim Meydanı’na nakledilir. Anıt alanı tahta perdeyle çevrili olduğu için halk meydandaki inşa faaliyetini oldukça merak eder. Neyse ki 7 metrelik kaidenin üzerine yapılan montaj işlemi sadece 23 gün sürer.  

Ortaya çıkan anıt kalabalık bir gösteri gibidir. Taksim Anıtı dört bir cephesinde sunduğu görsellikle Cumhuriyet ikonografisini en iyi sergileyen heykellerden biri olur. Adeta tarihsel bir anlatının özeti gibidir; bakılmaktan ziyade bir kitap gibi okunması gerekmektedir… Anıtın bir yüzü Kurtuluş Savaşı’nı özellikle de 30 Ağustos Zaferi’ni anlatır diğer yüzü ise Cumhuriyeti temsil eder. Başkomutan Mustafa Kemal her zaman olduğu gibi askerlerinin önündedir, diğer tarafta ise sivil giyseler içinde kurucu kadroya liderlik yapmaktadır. İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak da ön saftaki kalabalığın arasında hemen fark edilirler. Kurtuluş ve kuruluşa her daim destek veren Türk kadınları da unutulmamıştır. Ama anıtın en ilginç özelliklerinden biri Mustafa Kemal’in hemen arkasında görülen kişilerin arasında iki Sovyet temsilcisinin de olmasıdır. Frunze ve Voroşilov Sovyetler Birliği’nin Kurtuluş Savaşı’na yaptığı katkılara bir minnettarlık göstergesi olarak Taksim Cumhuriyet Anıtı’nda kendilerine yer bulmuşlardır. 

Açılış töreni 8 Ağustos akşamüzeri Cumhurbaşkanlığı Orkestrası konseri ile başlar. Heyecanlı nutuklar icra edilir. O gün çekilen fotoğraflardan da görüldüğü üzere binlerce İstanbul’u bu tarihi ana tanıklık etmek için Taksim Meydanı’nda toplanmıştır… Açılıştan iki gün sonra pek dikkat çekmeyen bir araba meydanda durur. Arabadan sessizce inen kişi anıtın en özel ziyaretçisidir. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal kendi siluetini ve silah arkadaşlarını bir süre uzaktan izler. Paşa’nın o an ne hissettiğini tam olarak bilemeyiz. Ama beyanatlarında modern şehirlerin meydanlarını heykellerle süslemek gerektiğini birçok kez dile getiren Atatürk’ün, Taksim Cumhuriyet Anıtı’nın açılmasıyla bir idealini daha gerçeğe dönüştürdüğünü söyleyebiliriz. 

Kadıköy Boğa Heykeli 

Anadolu yakasının ilk akla gelen heykeli ise hiç şüphesiz Kadıköy Altıyol’daki Boğa heykelidir. Heykelin tabanına dikkatle bakanlar Isidore Jules Bonheur ismini hemen görürler. 19. yüzyılın önemli heykeltıraşlarından Bonheur’ın elinden çıkmış olan boğa heykeli, 1864 gibi hayli erken bir döneme tarihlenmektedir. Sanatçının en ilginç özelliğiyse uzmanlık alanının hayvan heykel ve resimleri olmasıdır. Bonheur’in hayvan duruşlarını, bakışlarını ve de hareket morfolojisini yakından gözlemlediği ve çalışmalarında bunları oldukça iyi betimlediği bilinmektedir. Bonheur’un elinden çıkma birçok hayvan heykeli günümüzde bile Fransa, İngiltere, Belçika, ABD gibi farklı farklı ülkelerin parklarını, sokaklarını süslemektedir. Sanatçının en fazla ürettiği figür ise tahmin edileceği üzere boğadır. Tokuşan, diklenen, saldırıdan önce ayağı ile yere çizikler atan boğa heykellerinin hepsi göz alıcıdır.    

Kadıköy’ün en önemli simgesi boğa heykelinin İstanbul’a nasıl teşrif ettiği konusuysa net olarak bilinmemektedir. 1867 Paris Sergisi’ni yerinde ziyaret eden Sultan Abdülaziz’in heykeltıraş Bonheur’un eserlerinden etkilendiği ve İstanbul’daki saray bahçeleri için iki düzine hayvan heykeli sipariş ettiği bilinmektedir. (Bu siparişle İstanbul’a gelen bir başka boğa heykeli Beylerbeyi Sarayı’nın bahçesinde hala durmaktadır.) Bazı tarihçilere göre ise heykel savaş ganimeti olarak Almanya’ya götürülmüş ve daha sonra da Prusya Devlet’i tarafından Enver Paşa’ya hediye edilmiştir.

Kadıköy boğasının ilk yuvası Yıldız Şale Köşkü olur. Beylerbeyi Sarayı’nda da görüldüğü söylenmektedir! Heykelin Enver Paşa’nın çiftlik evine ne zaman nakledildiği ise tam olarak bilinmemektedir. Paşa’nın ölümü ve çiftliğin satılmasının ardından boğa heykeli kısa bir süre için görünmez olur. 1940’lı yıllarda Kadıköy İskelesi karşısındaki kaymakamlık binasının önünde tekrardan arzı endam eder. 1950’li ve 60’lı yılları ise ilk önce yeni inşa edilmekte olan Hilton Oteli’nin önünde ve sonrasında da Harbiye’deki Spor ve Sergi Sarayı’nda geçirir. Tarihler 1987 yılını gösterdiğinde ise boğanın İstanbul’daki yersiz yurtsuzluğu sona erer ve Altıyol’daki yerine getirilir. Kadıköy’ün boğası sonunda kendi doğal yaşam alanına kavuşmuştur... 

Günümüzde ise aşırı ilgi onu yıpratmaktadır. Önünden gelip geçenlerin temaslı şakalarına, ilginç pozlar peşinde koşanların selfie çılgınlıklarına ve futbol fanatiklerinin renklendirme çalışmalarına sık sık maruz kalan 160 yaşındaki öfkeli boğamız hâlâ sinirlerine hâkim olmaya çalışıyor gibidir!  

Akıl hastanesindeki “Düşünen Adam”

Bakırköy’ün tarihi ruh ve sinir hastalıkları hastanesinin bahçesinde bulunan kireç taşından yapılma Düşünen Adam heykeli kuşku yok ki oldukça belirgin bir imaya sahiptir. Gerek bulunduğu konum gerekse düşünme ediminin derin felsefi anlamı heykele bambaşka bir aura verir! 

Modern sanat tarihinin kuşkusuz en önemli heykeltıraşı olan Auguste Rodin, atölyesinde 30 yıldan fazla bir süre tuttuğu Cehennemin Kapıları adlı eserini Dante’nin İlahi Komedyasından esinlenerek yapmıştı. Günümüzde Orsay Müzesi’nde bulunan bu heykelin üst bölümünde elini çenesine dayayan bir düşünen adam figürü göze çarpar. Kapı tasvirinin üzerindeki onlarca figür arasından sıyrılan düşünen adam, öylesine meşhur olur ki eserin bütününü bile gölgede bırakır. Düşünen adamın sayısız kopyası yapılıp farklı farklı ülkelerdeki parklara, meydanlara, kamu binalarının önüne konulur. 

1951 yılında heykeltıraş Kemal Künmat bir süreliğine Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nin konuğudur. Başhekim Fahri Celal Göktulga hastalarından birinin heykeltıraş olduğunu öğrenince elinde bir dergi sayfasıyla Künmat’ın odasına gelir. Dergide Rodin’in Düşünen Adam heykelinin fotoğrafı vardır. Başhekim hastasına fotoğraftaki heykelin bir kopyasını yapıp yapamayacağını sorar. Künmat da bir Rodin hayranıdır ve hiç düşünmeden “yaparım,” cevabını verir. 

Hastanenin bahçesine Bakırköy taş ocaklarından çıkartılan bloklar getirtilir. Bu güç nakliye işi için Zeytinburnu’ndaki askeri birlikten yardım alınır. Gerekli aletler tedarik edilir ve iskele kurulur… Artık Kemal Künmat için çalışma ortamı hazırdır. Günler ilerledikçe hastanenin konuklarının, ziyaretçilerinin ve de sağlık çalışanlarının meraklı bakışları altında devasa boyutlardaki düşünen adam ortaya çıkmaya başlar. Başhekim Fahri Celal Göktulga şaşkındır çünkü heykel hayal ettiğinden bile güzel olmuştur. Ama Künmat’ın maddi ve manevi istekleri gitgide hastane olanaklarını aşmaya başlar. Heykeltıraşımıza en güzel oda ve leziz yemekler verilse de işler çıkmaza girer. Sanatkârımız emeğinin karşılığı olarak başhekim maaşının 10 katını istemektedir! Hastanenin ise böyle bir bütçesi yoktur. Ve bir gün Kemal Künmat çalışmasını ve de tedavisini yarım bırakarak Bakırköy’ü terk eder. Heykelin çenesine dayadığı kolu eksiktir ve başhekim bu konuda çaresizdir. Düşünen adam 6 ay boyunca çolak kalır! 

Neyse ki bir mucize daha olur ve hastaneye yeni bir heykeltıraş yatırılır. Mehmet Pişdar heykeli tamlayabileceğini yönetime bildirir. Ama hastane yönetimi bu teklife şüpheyle bakar ve Pişdar’a deneme amacıyla büyükçe bir kireçtaşı parçası vererek bir kol yapmasını ister. Sonuç olumludur. Böylece Pişdar gerçek heykel üzerinde çalışma iznini alır ve düşünen adamı başarıyla bitirir. 

Heykelin bu ilginç hikâyesi dönemin gazetelerinde de yankılanır ve akıl hastanesinin bahçesindeki düşünen adamla ilgili sık sık haberler yapılır. Ve yıllar içinde gitgide ünlenen düşünen adam heykeliyle, delilik olgusu birlikte zikredilmeye başlanır. Bu ilişkilendirmenin sadece ülkemize özgü olduğunu da son bir not olarak ekleyelim! 

 

Benzer Yazılar

TÜMÜ
back to top