single image
26-01-2024
Emre CANER

Cumhuriyetimizin 100. Yılına Damga Vurmuş Romanlar

1923 ila 2023 yılları arasında kaleme alınan birbirinden değerli Cumhuriyet romanları içinde mihenk taşı olabilecek bazı eserleri yeniden hatırlamak istedik. Elbette ki bu liste birkaç sayfaya sığmayacak kadar kalabalıktır. Ama hiç şüphe yok ki aşağıdaki başyapıtlar her daim okunmaya layıktır! Klasikler bir kere okunup kitaplığa kaldırılan romanlardan değillerdir. İnsan yaş alıp yeni deneyimler edindikçe, klasikler de sanki onunla birlikte değişir. Edebiyatın mihenk taşları her okuyuşta sanki yeniden yazılan kitaplardır…  

Yaban, 1932

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kaleme aldığı Yaban romanı Cumhuriyet’in ilk ve en önemli “ben” anlatılarından biridir. Çanakkale Savaşı’nda vücuduna bir şarapnelin isabet etmesiyle kolunu kaybeden Ahmet Cemal, hayata küsmüş ve kendini Orta Anadolu’da bir köye hapsetmiştir. Yazar kitabın hemen başında “hiçbir intihar bu kadar şuurlu değildir,” diyerek Ahmet Cemal’in hür iradesiyle keskin bir yok oluşu seçtiğini okuyucusuna hissettirir. 

Köylüler Ahmet Cemal’i pek de hoş karşılamamıştır. Onlara göre aralarına giren adam tek kolu olmayan bir garip şehirlidir. Her sabah kalkıp bu köy yerinde tıraş olması normal midir? Geceleri mum ışığında bir şeyler yazıp çizmesi korkutucu gelir köylülere. Hele hele masasının üzerinde duran ve adı Sokrates olan o heykel yok mu; Ahmet Cemal’in tuhaflıklarının alametifarikasıdır. Romana adını veren yaban kavramı işte buradan çıkmaktadır. Ama Yakup Kadri aydın bakış açısına göre yaban olan köylülere yakıştırmaz bu lafı. Tam tersine tüm okuyucularını şaşırtarak, köylülerin aralarına karışan aydına taktıkları lakaptır “yaban!” 

Roman ilk yayınlandığında köylüleri aşağılamakla itham edilmiş ve epey eleştirilmiştir. Aslında Yakup Kadri’nin yapmaya çalıştığı, aydın kesimle köylüler arasındaki kültürel uçurumu en gerçekçi haliyle anlatmaktır. Romanın okuyucusuyla kurduğu ünlü bir diyalogda Ahmet Cemal adeta günah çıkartır ve şöyle der:

“Kabahat, benimdir. Kabahat, ey bu satırları heyecanla okuyacak arkadaş senindir. Sen ve ben onları yüzyıllardır bu yalçın tabiatın göbeğinde, herkesten, her şeyden ve her türlü yaşama zevkinden yoksun bir avuç kazazede halinde bırakmışız. Açlık, hastalık ve kimsesizlik bunların etrafını çevirmiştir. Ve cehalet denilen zifiri karanlık içerisinde, ruhları her yanından örülü bir zindanda gibi mahpus kalmıştır.”

Kürk Mantolu Madonna, 1943

İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında askerliğini yapmakta olan Sabahattin Ali, fırsat bulduğunda çadırına kapanıp romanını yazmaktadır. 1943 yılında kitap basılır ve Kürk Mantolu Madonna’nın da macerası böylece başlamış olur. O günlerde bu romanın, 21. yüzyıl Türkiye’sinin en çok satan edebiyat kitabı olacağını ne Sabahattin Ali’nin kendisi ne de edebiyat eleştirmenleri tahmin edebilirdi. Sabahattin Ali’nin edebi dehası kadar kitabın ismindeki gizemli çekiciliğin de muhakkak ki bir katkısı vardı bu başarıda… 

Sıradan bir memur olan Raif Efendi içe kapanık bir kişiliğe sahiptir ve adeta dünyaya yarı küs bir halde yaşamaktadır. Okuyucu romanın baş kişisini tanımaya başladıkça onun kitaplara konu olacak bir hikâyenin öznesi olabileceğine pek de ihtimal vermez. Ama Raif Efendi içinde kendisine ömür boyu yetecek hatıralar, yaşantılar taşımaktadır. Şimdiki zaman adeta önemsiz bir ayrıntıdır onun için. Yıllar önce eğitim için Berlin’e gittiğinde hayatını tamamen değiştirecek bir aşk yaşamıştır çünkü. 

Bir resim sergisinde gördüğü kadın portresine tutulur ilk olarak. Adeta bir Rönesans tablosundaki Madonnalardan birine bakıyordur. Raif Efendi bu tabloyu takıntı haline getirir ve kendini neredeyse her gün Madonna’nın asılı durduğu duvarın karşısında bulur. Ve bir gün o tablonun yaratıcısı olan kadınla tanışır: Maria Puder. Bir mucize gerçekleşmiş gibidir. Raif Efendi’nin âşık olduğu resim ete kemiğe bürünmüş, karşısına dikilmiştir. Güçlü bir kişiliğe sahip olan Maria Puder Berlin sanat camiasında oldukça tanınan bir simasıdır. Mahcup bir gurbetçi olan Raif Efendi ile Maria Puder’in imkânsız aşkı işte böyle başlar… 

Sabahattin Ali’nin Berlin’de bulunduğu yıllarda benzer tecrübeler yaşadığı bilinmektedir. Maria ismi de Sabahattin Ali’nin mektuplarında sıklıkla geçer. İşte bu aşk, aradan 100 yıla yakın bir zaman geçmesine rağmen her gün yüzlerce kere okunarak yâd edilmektedir. 

Huzur, 1948

Çoğu edebiyatçı için Huzur, Türkçe yazılmış en iyi romanıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar bu kitabında tam bir yetkinliğe ulaşmış, Mümtaz karakteriyle okuyucusunu yitip gitmekte olan hüzünlü bir İstanbul’a davet etmiştir. Huzur, birçok defa söylendiği gibi aslında huzursuzluğun romanıdır! Aşk acısı şehrin melankolisiyle karışmış, gri bir tonda romanın her sayfasına ustaca nakşedilmiştir. 

Huzur romanının adeta bir müziği vardır. Okuyucu o müziği muhakkak duyar. Ve kitapta geçen, "Mahur Beste insanın tenine bir çığlık gibi yapışıyor ve Wagner’i, Debussy’i dinleyip Mahur Beste'yi yaşamak, işte bizim talihimiz bu," satırları arada kalmışlık hissini yaşayan Türk aydınının anlatan en ikonik roman cümlelerindendir. 

İstanbul, Huzur romanın asıl başkahramanıdır. Şehrin, kıyafetlerin, musikinin, mimarinin hızla değiştiği bir dönemde kentli insan, yeni kimliğe uyum sağlama çabasındadır. Yüzlerce yıllık payitaht olma özelliğini yakın bir geçmişte yitirmiş, okumuş yazmış insanlarını, bürokratlarını Ankara’ya kaptırmış bir şehirdir İstanbul. Ama yine de Ahmet Hamdi Tanpınar tam bir İstanbul sevdalısıdır. Yahya Kemal Beyatlı ile birlikte İstanbul’da yürüyüşler yaptığı, şehrin topografyasını sokak sokak adımladığı, kentin kadim hikâyeleri arasında sık sık kaybolduğu bilinmektedir. Okuyucu Huzur romanında İstanbul Boğazı’nın havasını alır, vapurlara, tramvaylara biner, fötr şapkasını eline alıp karşısındaki beyefendiye kibarca selam verir! Çünkü eski İstanbul adeta bu kitapta yaşamaktadır.  

İnce Mehmet, (1955)

Bir Çukurova destanıdır İnce Mehmet. Yaşar Kemal’in varoluşunu adeta çırılçıplak yansıttığı kitaptır. Doğup büyüdüğü coğrafyanın toprağını da insanını da iyi tanır Yaşar Kemal. Havasını, suyunu, çiçeğini, böceğini, kuşunu… İyisini kötüsünü… Hani bazı filmler için “sinemada seyredilmeli” denir ya İnce Mehmet de öyle görkemli bir romandır. İnce Mehmet yayınlanır yayınlanmaz edebiyat çevresinin dikkatini çeker. Nazım Hikmet kitabı Rusçaya, Thilda Kemal İngilizceye, Güzin Dino ise Fransızcaya çevirir. Günümüzde 40 farklı dilde duyulur İnce Mehmet’in sözleri… 

Yaşar Kemal bir Türkçe ustası olduğunu her satırda kanıtlar İnce Mehmet’te. Bu nehir roman, bir edebiyat şöleni olur okuyucu için. Üstelik roman Yaşar Kemal’in ilk eseridir. Toroslardan yankılanan hikâyenin, evrensel bir tınısı vardır elbette. Latin Amerika’nın bir dağ köyünde de yaşanabilir bu hikâye bir Afrika savanında da. Yüzyıllardır dünyanın birçok yerinde ağalık düzeni köylünün kâbusu olmuştur. İnce Mehmet ve ailesi de rızıklarını çalan bu düzenin kurbanlarıdır. Ama bir yere kadar! Her insanın hakkaniyetsizliğe karşı bir tahammül noktası vardır… 

İnce Mehmet, adına türküler yakılan biri olarak gelip yerleşmemiştir Yaşar Kemal’in romanına. Tam tersine bir roman kahramanın adına sonradan türküler söylenmiştir. Hatta yaşlılar İnce Mehmet’i gördüklerini iddia etmeye başlamışlardır! Yazardan bağımsız olarak yeni hikâyeler uydurulmuştur İnce Mehmet hakkında. Efsane dilden dile anlatılıp, büyümüştür. Bu özelliğiyle belki de dünyada tektir İnce Mehmet.

 

Tutunamayanlar, (1971)

Oğuz Atay’ın dönemi için oldukça tuhaf isimli kitabı Tutunamayanlar ne anlatmaktaydı? Kitabın ilk okuyucuları için bile bu muamma ortadan kalkmamıştır. Çünkü Tutunamayanlar yayınlandığı günlerde pek de anlaşılamamıştır. Aslında edebiyatta bir devrim yapmıştır Oğuz Atay. Tutunamayanlar üslup ve içerik olarak kendinden önceki hiçbir romana benzememektedir. 

Romanın başkişisi Turgut Özben’in soyadından da anlaşılacağı gibi psikolojik yönü kuvvetli bir romandır Tutunamayanlar. Bireyin arayışlarına ve kayboluşuna odaklanır. Birbirinden kopuk gibi görünen uzun bölümler, ironi ile harmanlanmış anlaşılması biraz zor olan tarihsel anlatılar ama kusursuz bir şekilde birleşen bir hikâye… Oğuz Atay gerçekten zoru başarmıştır. 

Tutunamayanlar romanının içeriği kadar kitabın okuyucu ile buluşma hikâyesinde de “tuhaflıklar” vardır. Tutunamayanlar ile okuyucunun kucaklaşması öyle kolay olmamıştır. Çünkü “ilk okuyuşta aşk” bu kitap için pek mümkün değildir. Tutunamayanlar’ı sevmek için onu yakından tanımak ve onun en derin sırlarını paylaşmak gerekir. Zaten Oğuz Atay başka bir hikâyesinde “ben buradayım sevgili okuyucu, sen neredesin,” diye sormuştur. 

Atay’ın oldukça genç yaşta ölümü okuyuşuyla buluşamamış yazarın hüzünlü bir vedası gibidir. Ama 1980’li yıllarla beraber Tutunamayanlar’ın yeniden keşfi gündeme gelir. Ülkede çok şeyler değişmiş, politik ve ekonomik durum 1970’lere göre bambaşka bir hal almıştır. Tutunamama hali içten içe deneyimlenen bir gerçeklik gibi algılanır olmuştur. Ve o gün bu gündür Tutunamayanlar binlerce okuyucunun sayfalarında kendini bulduğu kült bir kitap haline gelmiştir.    

Cevdet Bey ve Oğulları, (1982)

Türk edebiyatının son dönemini Orhan Pamuk ismini anmadan düşünmek mümkün değildir. Cevdet Bey ve Oğulları 1905 ila 1970 yılları arasında geçen hikâyesiyle bir tüccar ailesinin üzerine eğilmiştir. Işıkçı Ailesi’nin hikâyesinde okuyucu Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçişi, yeni yeni olgunlaşan burjuva sınıfını, değişen tüketim alışkanlıklarını, yaşanan kültürel ikilemleri bulur. Tıpkı 19.yüzyılın büyük roman geleneği gibi Cevdet Bey ve Oğulları da bir çağa ayna tutmaktadır. Nişantaşı semti romanın ana mekânıdır. Bölge İstanbul’un modernleşmesiyle birlikte elit tabakanın şık apartmanlarda oturmaya başladığı yeni konut ve yaşam biçiminin en tipik örneklerini barındırır. Orhan Pamuk da birçok yazar gibi ilk romanında kişisel hikâyesinden yoğun olarak etkilenmiştir.  

Romanın ilginç cümlelerinden biri dönemin en ünlü filozoflarından Jean Paul Sartre’ın ağzından söylenir. Yazar, roman kahramanının Sartre ile Paris’te bir kahvede karşılaştığı ve onunla “ne olacak bu Türkiye’nin hali?” minvalinde sohbet ettiği hayali bir diyalog tasarlar. Sartre’ın cevabı ise ta Yaban romanından beri Türk aydınının peşini bırakmayan sorunsalı ifşa eder: “Mösyö, sizin yerinizde ben olsaydım, az gelişmiş bir ülke aydını olarak burada sütlü kahve içmez, ülkemde öğretmenlik yapardım.”   

 

 

Benzer Yazılar

TÜMÜ
back to top