Asıl Biz Onun "Hastasıyız"
Kimden bahsettiğimi eminim hemen anlamışsınızdır...
“Hastasıyım!...
Devamını OkuBundan üç yıl önceydi. Bir havalimanında Buket Uzuner’i aramış söyleşi yapıyordum. Bana Toprak’ı anlatıyordu. ‘Tabiat Dörtlemesi’ nin ikinci kitabını... Toprak’ı bir çırpıda okumuş hemen üzerine konup haber yapmıştım.
Aradan üç yıl geçti. Bu kez aradığım kişiye Kaş’ta, bir çevre eyleminde ulaştım. Üstelik ben de yanındaydım. Bu kez bir tesadüftü karşılaşmamız. Önce eylemimizi yaptık, 350.org’un ‘İklim için ses ver’ eyleminde sesimizi çıkardık. Sonra oturduk, Birleşim Dergi için dörtlemenin üçüncü kitabı Hava’yı, Defne Kaman’ın bu kez neler yaşadığını konuştuk... Üstelik Buket Uzuner’in bu kez bir de sürprizi var. Netflix’ ten de dörtlemenin dizi olması konusunda bir teklif gelmiş...
‘Tabiat Dörtlemesi’ romanlarınızın üçüncüsü ‘Hava’ üç yıl aradan sonra yayımlandı... Neden bu kadar uzun sürdü?
Su ve Toprak’tan sonra nihayet Hava da gün yüzüne kavuştu. Son yıllarda bazı okurlar romanları “Fazla (!) uzun sürede yazıyorum” diye ciddi ciddi sitem ediyorlar bana. Oysa on yıl öncesine kadar henüz yeni bir romanı yayımlamış bir yazara daha teri soğumadan bir sonraki romanı sorulmazdı, biz sormazdık hiç. Yazarın, yazdıklarını demlemesi gibi okurun da okuduğunu zihnen hazmetmek için zamana yayması doğaldı. Şimdi kitapların bile ‘raf ömrü’ diye bir kavram var! Bu belki her yıl bir roman yazan yazarların ortaya çıkmasıyla tıpkı fastfood tipi hızlı beslenme gibi kitaplar da çabuk okunuyor. Hâlbuki teknoloji ne kadar ilerlemiş, hayatlarımız hız kazanmış olsa da taş devrindeki insanın yediklerini hazmetme süresiyle bizimki arasında hiçbir sindirim evrimi geçirmedik. Aslında yumurta-tavuk sorunsalı gibi, kapitalist sistem daha çok satsın diye hızlı yazan yazarlar istiyor ve bunları üretiyor. Ben onlardan değilim, olamam ve olmam da. Bir okur olarak benim sevdiğim yazarlar da yazıyı demleyenlerden.
Hava için de diğerlerinde olduğu gibi ön araştırmalarınız ve saha çalışmalarınız oldu mu?
Evet, roman için araştırmaya bayılıyorum. Sadece konuları, karakter analizleri değil, mekân çalışmayı da çok seviyorum. ‘Uzun Beyaz Bulut-Gelibolu’ romanı için Çanakkale köylerinde beş yıla yakın yaşadım, bu sırada oğlum çok küçüktü, maddi ve manevi zorluklar yaşadım ama hiç şikâyetçi değilim, çünkü mekân bir romanın ana karakteridir ve mekânın toprağıyla kültürünü anlamak iyidir. Öyle ki, örneğin, İnce Memed’i Toroslar’dan alıp, Alpler’e taşırsak bambaşka bir romana dönüşür. ‘Hava’ romanı için Kayseri ve Kapadokya’da mekân çalıştım. Dünyanın ilk tıp okullarından birini Kayseri’ye kuran Selçuklu kadın sultanı Gevher Nesibe’yi ve eski Türklerin kadim geleneklerinde kutsal saydıkları karakuş, yani kartalı araştırdım. Tabii hava deyince akla ilk gelen iklim ve hava kirliliği de romanın meselelerinden biri oldu.
Gerçekten bu seri şamanlığı mı anlatıyor?
Adına özellikle ‘Tabiat Dörtlemesi’ dediğim bu dizi, tabiatla insan arasında bozulan aşk ilişkisini anlatıyor. Yani aslında bu bir aşk dörtlemesi/dizisi. Hikâye çok klasik: İnsan, en büyük aşkı olan tabiata ihanet etti, o da şimdi intikam alıyor. Yalnız tabiatın intikamı insan türü Sapiens’ i bu gezegenden tamamen silebilir. Yok, bunlar benim romantikleştirdiğim ilişkiler değil çünkü tüm dünya kültürlerinde tabiata binlerce yıl ‘Tabiat Ana’ denmiş, onun doğurgan, güçlü ve bereketli varlığı, canı ve ruhu olan insanî dişi bir karakterle özdeşleştirilmiş.
Şunu demek istiyorum, bilim bizi aydınlatmadan çok çok önceleri tabiatın canlı olduğunu insanlık anlamış ve kabul etmiş. İnsanlık tarihi içinde tabiata en çok saygı duyan geleneklerden biri Şamanlık olmuş. Kızılderili dediğimiz Amerikalı yerli halklar, Güney Sibirya’daki Türk kabileleri, İskandinavya’daki Pagan Vikingler gibi... Tabiatı suyuyla, toprağı, hayvanları, gökteki Ay ve Güneş’iyle öz ailesi gibi benimsemişler. Bizim şimdi burada seninle ve bu röportajı okuyacak olanlarla iletişim kurduğumuz Türk dilinin iki bin yıllık nineleri ve dedeleri buna ‘kamlık’ geleneği demişler. Ben sadece onların tabiata gösterdiği saygı ve sevgiyi hatırlamamızı önemsiyorum. Özümüzdeki tabiat saygısını hatırlarsak belki ağaçlara, hayvanlara, börtü, böceğe, arıya, yunusa, geyiğe, kartala, toprağa, suya ve havaya ihanetten vazgeçebiliriz?
Peki, siz Şaman mısınız?
Hayır, ben Şaman değilim. Türkçe söylersek Kam değilim. Hayatımda hiçbir Şaman ayinine gitmedim, mistik konulara da ilgi duymuyorum. Bu işler zorla olmaz. İlgilenenleri de yargılamam, herkes kendinden sorumlu. Ben, Şamanlığın tabiata saygısı ve sevgisine, insanları cinsiyetlerine göre ayırmayan, fazla tüketmenin saygısızlık olduğu, başkalarını yargılamayan güçlü felsefesine hayranım. Atalarımızın ve ninelerimizin kadim geleneğinin tabiata saygılı, başkalarını yargılamayan özellikleriyle gurur duymaktayım.
‘Toprak’ romanında toprağın hem gezegendeki tüm canlılar hem de insanın gıda ve yurt/ev bağlamındaki önemiyle ilgili farklı sosyolojik ve ekolojik tanımlar vardı. Bu kez de hava ile ilgili ne gibi tanımlar var?
Dünyanın nefesidir ‘Hava’. Başlangıçta hava vardı. Sadece hava vardı. Hava nefes oldu, can oldu. Ağaçlara, kuşlara. Dağlara ve taşlara. Balıklarla yunusa. Bulutlar ve tohuma. Börtüyle böceğe. Kartal ve geyiğe. Arıyla yılana. Ve kişiye can oldu. Sıhhat oldu, hayat oldu. Hava ebedî bir başlangıçtı. Ağaçtır oksijenle. Yapraktır klorofille. Çiçektir kokuyla. Gıdadır iklimlerle. Topraktır hava tohuma üfleyen. Sudur hava yosuna dokunan can elidir, can suyudur hava. Rehâvi makamındadır. Yer çekiminden kurtulma hissi verir. Sıcak ve kuru hava. Bir adı da Rast‘ tır. Ruhâvî’dir o zamanlar hava.
Eğer soğuk ve nemliyse hava, Isfahan makamındadır. Havadır hepsinin soluduğu Büyük İskender ile Attila Han’ın, Mevlâna Rumi ile Willam Shakespeare ‘in, Gevher Nesibe Sultan ile Zeynep Zennur Hanım’ın, Evliya Çelebi ile Yusuf Has Hacib’in. Aslında bütün atalarla ninelerin. Soluduğu havanın içinde aynı argon gazını dönüp dolaştırıp, bugün bizim ciğerlerimize de üfleyendir şimdi soluduğumuz hava.
Hava, dünyanın nefesidir o.
Defne, bu kez bizi nerelere götürecek, ne gibi maceralar yaşayacak?
Gazeteci Defne Kaman, edebiyatımızda adı ve soyadıyla anılan ender kadın kahramanlardan biri. Üstelik yetişkin bir kadınken macera yaşayan bir karakter. Macera, hayatta ve edebiyatta sadece oğlan çocukları ve erkekler için hoş görülür çünkü. Araştırmacı gazeteci Defne Kaman bu kez nükleer enerji ve iklim değişikliği konularında çalışıyor. Eğer işler yolunda giderse yakında bir Netflix dizisi olma şansına kavuşarak, dünyaya da şanını duyuracak. Bu konuda yapımcı ve iletişimci arkadaşım Elif Dağdeviren’in Defne Kaman hayranlarına bir sürprizi olabilir, ben de bu kadarını biliyorum şimdilik.
İklim değişikliği üzerinde çok duruluyor romanın genelinde. Bunun güncel yaşadığımız en büyük çevre sorununun iklim değişikliği ile ilgili olmasında payı var mı?
Su, romanında su kirliliği ve suyun yaşamdaki önemi, Toprak’ta tohum, GDO ve tarım sorunları, gıda krizi üzerinde yoğunlaşmıştım. Şimdi Hava’da kanser ve birçok ölümcül solunum yolu hastalıklarına yol açan iklim değişikliği ve hava kirliliği dolayısıyla onların müsebbibi fosil yakıtlar, enerji kaynaklarına eğiliyorum. Güncel olana denk düşmesinin nedeni romanların bilgesi eczacı, şifacı roman karakteri Umay Nine’nin bilgeliğinden olsa gerek.
Siz çevre sorunlarını eserlerine en çok yansıtan Türkiye’deki ender kişilerdensiniz. Özel bir nedeni var mı?
Edebiyatta çevre sorunları, tabiatın haklarını savunma geleneği ya da genel adıyla doğa yazını, bildiğim kadarıyla 1870’lerde Amerikan Edebiyatı’nda John Muir’e kadar uzanıyor. Bugün adına “iklim kurgu” (cli-fi) denen romanlar ve “çevreci eleştiri” (ekokritisizm) denen edebiyat alanında bizden Yaşar Kemal, Sait Faik, Fakir Baykurt, Latife Tekin ve benim 1990’larda yazdığım Yeşiller Parti’sine göndermeli “İki Yeşil Susamuru” ndan beri yazdıklarım sayılabilir. Bir de adı unutulmuş çok değerli belki ilk doğa yazarımız Hikmet Birand’ın 1957’de yazdığı “Anadolu Manzaraları” eserini mutlaka anmalıyım. Bu konularda çalışan birçok değerli akademisyenimiz var. Ben onların eserlerini çalışıyorum.
Sizce bugün Türkiye’nin en büyük çevre sorunu nedir?
Bence öncelik, bizim enerji için fosil yakıt, petrol ve kömür kullanıyor olmamız; bunların da ne sürdürülebilir ne de temiz enerji oluşuyla ilgili muazzam hava, toprak ve su kirliliğine bağlı ölümcül sağlık sorunları yaratmasıdır. Betonu ağaçla, toprağı GDO’ suz atalık tohumla, suyu HES’ siz akışıyla, börtü ve böceğin Tabiat’ ta ki tabiattaki değeriyle görmeye körleştiğimiz sürece hasta çocuklarımız, torunlarımız olacak. Yanlış yoldayız. Tabiat Ana’ya ihanet etmek bütün masal ve destanlarda felaket getirir. Her destan ve masalın arkasında gerçek bir hikâye vardır.
Kimden bahsettiğimi eminim hemen anlamışsınızdır...
“Hastasıyım!...
Devamını OkuO yaşayan bir tarih. Tarihçi değil, tarihin kendisi. Üstelik sadece Türkiye&rsqu...
Devamını OkuSizin dioramalarınızdaki dünya kurgusu nedir? Nasıl bir dünyayı anlatıyorsunuz?
...
Devamını Oku