single image
14-04-2023
EMRE CANER

Eşsiz Bir Aydın: Osman Hamdi Bey

İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde, Osman Hamdi Bey’in fotoğraflarından oluşan ışıklı panoları ilk gördüğüm an fark etmiştim karşısında durduğum adamın eşsiz bir hayat yaşadığını. Aradan geçen yıllara rağmen bu ilk izlenimim hiç değişmedi. Gerek Osmanlı Devleti zamanında gerekse Cumhuriyet devrinde böylesine bütüncül bir başka kültür sanat insanı yoktur desek abartmış olmayız. Evet, çok değerli ressamlarımız, arkeologlarımız, müze müdürlerimiz, eğitimcilerimiz var. Ama Osman Hamdi Bey bir Rönesans sanatçısı gibi birden fazla yaratıcı işle uğraşmış ve her birinde de öncü olmuş bir isim. Bir eşi daha yok!   

Osman Hamdi Bey’in bu biricikliği nereden kaynaklanıyor? Sanırım ressamımızın hayatına kısaca göz atmak bile yeter bu soruya cevap bulabilmek için. Osman Hamdi 1842 yılında İstanbul’da doğuyor bir paşazade olarak. Babası İbrahim Edhem Paşa çeşitli nazırlık görevlerinde bulunan ve padişahlara Fransızca hocalığı yapan bir isim. Osman Hamdi’yi 18 yaşındayken hukuk okumak üzere Paris’e gönderiyor Edhem Paşa. Ama Osman Hamdi renklerin büyülü dünyasına kendini kaptırdığı için Paris’in dünyaca meşhur güzel sanatlar akademisi Ecole des Beaux Arts’da atölyelere katılmaya başlıyor ve dönemin ünlü oryantalistlerinden dersler alıyor.  

Osman Hamdi Paris’te kaldığı 8 yıl içerisinde hukuk fakültesini bitiremiyor. Ecole des Beaux Arts’dan da resmi olarak kayıtlı bir öğrenci olmadığı için diploma alamıyor. Ama tabiri caizse Fransa’nın başkentinde batı medeniyetini satır satır tahsil ediyor. Aklında batının ece kenti Paris’te yaşayıp meşhur bir ressam olma hayalleri varken birden bire kendini doğudaki yokluk çölünün tam ortasında, Bağdat’ta buluyor. Babasının zorlamasıyla Bağdat Valisi Mithat Paşa’nın ekibine katılıyor. Ondan sonraki yıllar boyunca devletin çeşitli kademelerinde memurluklar yapıyor Osman Hamdi Bey. Kusursuz Fransızcası ve görmüş geçirmişliğiyle başaralı bir protokol adamı oluyor. Hatta bir dönem Beyoğlu ve Pera bölgelerini kapsayan 6. Daire’nin belediye reisliğini bile yapıyor.  

40 yaşına basmak üzereyken 1881 yılında ise Eski Eserler Müzesi’ne müdür olarak tayin ediliyor. İşte o andan sonra kendisini bir efsane haline getirecek olaylar dizisi bir bir gelişiyor…

Bir efsanenin doğuşu 

O yılların müzesi Çinili Köşk diye bilinen küçük yapı içine tıkıştırılmış durumdaydı. Çinili Köşk, Paris’teki Louvre Müzesi ile kıyaslandığında küçücük bir depodan farksızdı. Osman Hamdi Bey ise İstanbul’a yakışan bir müze binası yaptırması gerektiğinin farkındaydı. Çinili Köşk’ün tam karşısında konumlanan İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin o muhteşem binası zaman içinde boy atıp serpilmeye başlarken, müzesinin içini doldurma işi de yine Osman Hamdi Bey’e düştü. Tüm olanakları seferber edip Nemrut, Lagina, Sayda gibi antik dönem yerleşimlerine gidiyor ve oralarda kazılar yapıyordu. Özellikle Sayda’da bulup müzesine naklettiği İskender Lahdi arkeoloji dünyasında büyük bir heyecan yaratmıştı.  

Aynı zamanda yeni bir tüzük hazırlayıp tarihi eserlerin yurt dışına çıkarılmasını yasakladı. Osman Hamdi Bey böylece Osmanlı Devleti’nde koruma kültürü bilincini ileri taşıyan en önemli isim olarak da tarihe geçti. Avrupalı meslektaşları bu işten pek memnun olmasalar da Osman Hamdi Bey’in kurallarına boyun eğmek zorunda kaldılar. Artık Osmanlı topraklarında bulunan tarihi eserler İstanbul’daki İmparatorluk Müzesi’ne getirilmekteydi.    

Tüm bunlar olup biterken Osman Hamdi Bey’in sırtında başka bir sorumluluk daha vardı. Osmanlı Devleti’nin güzel sanatlar eğitimi veren ilkokulunun da kurucu müdürü olmuştu. Ama ne eğitimin yapılacağı bina vardı ortada, ne öğretmenler mevcuttu ne de güzel sanatlara hevesli öğrenciler. Osman Hamdi Bey müze işinde olduğu gibi her şeye sıfırdan başladı. Çinili Köşk’ün hemen yanına Güzel Sanatlar Akademisi için bir bina yaptırdı. Ardından öğretim kadrosunu oluşturdu ve yetenek sınavları düzenleyip okulunun ilk öğrencilerini belirledi. Böylece Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin tohumları atılmış oldu.

Osman Hamdi Bey ressam olduğu için bir akademi kurma zorunluluğunu hissetmişti içinde. Müze müdürü olduğu içinse bu toprakların yetiştirdiği ilk arkeoloğumuz haline geldi. Osman Hamdi Bey kısa bir zaman içerisinde müze ve okulu ile bütünleşen bir kültür vahasını Gülhane Parkı’nın hemen yanı başında var etmeyi başarmıştı. Bu, batılılaşmaya çalışan bir devlet için kusursuz bir vitrindi. 

Osman Hamdi Bey tüm bu işlerinin arasında bulduğu her boş vakitteyse resim yapmaya devam ediyordu. Genç bir kızı rahle üzerine oturttuğu Mihrap (1901) isimli tablosuyla muhafazakâr kesimlerin tepkisini alsa da, insan figürünü Türk resminde kullanan ilk ressamlardan biri olarak Osmanlı kadınının özgürlüğüne kavuşması gerektiğini vurgulamıştı. Ab-ı Hayat Çeşmesi (1904) isimli çalışmasında kendini Çinili Köşk’ün içindeki bir çeşmenin önünde çizmişti. Elinde tutuğu kitabı dikkatle okurken görüldüğü pozuyla ölümsüzlüğün sırrını arayan bir bilgeye benziyordu. Müze müdürlüğünde çeyrek asrı devirdiği ve bu münasebetle birçok yabancı üniversiteden fahri doktorluk unvanı aldığı, ayrıca yabancı devletlerce verilen çeşitli nişanlarla ödüllendirildiği yılsa Kaplumbağa Terbiyecisi isimli şimdilerde meşhur olmuş (1906) tablosunu tamamladı. 

Osman Hamdi Bey tablolarını yurt dışındaki fuarlarda sergiliyordu. Kendi ülkesinde resme karşı bir ilginin olduğunu söylemek zordu. İstanbul Arkeoloji Müzesi de ziyaretçisiz olduğu halde kapılarını açmıştı. (Şimdi bile zorla getirtilen okul çağı çocuklarını ve yabancı turistleri saymazsak müzenin pek de ziyaretçisi yoktur!) Keza o yıllarda akademiye genellikle gayrimüslim öğrenciler başvuruyordu. Kısacası o dönemde Osmanlı toplumu hemen hemen hiç ilgi göstermemişti Osman Hamdi Bey’in yoktan yarattığı evrene. Ama Osman Hamdi Bey tüm uğraşlarını gelecek kuşaklar için icra ettiğinin farkındaydı.  

Bu topraklarda aydınlanma düşüncesinin filizlenmesi için emek sarf eden tüm kaplumbağa terbiyecilerine selam olsun!   

Kaplumbağa Terbiyecisi’nin gizemleri   

Osman Hamdi Bey’in tablolarında görünen erkek figürü çoğu zaman kendisidir. Ressam doğuya özgü kıyafetler giyerek çektirdiği fotoğraflarına bakarak çizer resimlerini. 2 metre 22 santim boyundaki Kaplumbağa Terbiyecisi tablosunda görünen yaşlıca erkek figürü de Osman Hamdi Bey’in ta kendisidir. Osman Hamdi Bey doğulu bir oryantalisttir! Kendi toplumuna batılı gözüyle bakabilen bir doğuludur o. Uzun yıllar Paris’te yaşaması ve batının kültürel değerlerini özümsemesi kendi kişiliğinde de bir sentez yapmasına neden olmuştur. Taşıdığı bu çifte kimlik ister istemez tablolarına da yansır. Özel hayatında redingot veya takım elbise gibi batılı kıyafetler giyen Osman Hamdi Bey, tablolarında kendini hep doğu kostümleriyle betimler.  

Birçok ressam gibi Osman Hamdi Bey de tablolarına isim vermezdi. Eserleri çeşitli sergilere katıldıkça, kataloglarda yer aldıkça ve basında haberleri yayınlandıkça bir isim ön plana çıkar ve o tablo öyle anılmaya başlanırdı. Kaplumbağa Terbiyecisi için de durum böyledir. Resim, yapıldığı yıl Paris’te sergilendiğinde Kaplumbağalı Adam olarak isimlendirilmiştir. Bilinen adınaysa daha sonraki yıllar içerisinde kavuşmuştur.

Bu tabloya esin kaynağı yapmış olabilecek bir gravürün Fransız seyahat dergisi Le Tour du Monde’un 1869 yılında yayınlanan sayısında yer aldığı ve Osman Hamdi Bey’in de bu derginin bir okuyucusu olduğu artık biliniyor. Ressamımızın dergide yayınlanan gravürü 37 yıl bilinçaltında saklayıp, 1906 yılında kendi kaplumbağa terbiyecisini çizerken hatırladığı düşünülebilir. Ama bu iki resim arasındaki farkı da gözden kaçırmamak gerekir. Osman Hamdi Bey’in tablosundaki düşünsel derinliğin izi bile yoktur Le Tour de Monde’da yayınlanan çizimde. Bu yüzden Kaplumbağa Terbiyecisinin sırrı çözüldü gibi iddialı bir yorumdan kaçınmak daha uygun olur. 

Öte yandan Kaplumbağa Terbiyecisi’nin 2004 yılında rekor bir meblağa satılınca ilgi uyandırıcı bir obje haline geldiği çoğu zaman gözden kaçıyor. Oysa birkaç on yıl öncesine kadar sanat tarihi kitaplarında bu tablonun renkli bir reprodüksiyonun bulmak bile mümkün değildi. Kimsenin bilmediği, görmediği bir resimdi Kaplumbağa Terbiyecisi. Rekor satıştan sonra basının ilgisi yavaş yavaş her sektöre yayıldı ve bu tablo defterlerden, tişörtlere, “puzzle” lardan dizi filmlere kadar her yerde karşımıza çıkar hale geldi. Günümüzde ise Türk resim tarihinin en ikonik imajı olarak zihinlerimize işlemiş durumdadır. 

Benzer Yazılar

TÜMÜ
back to top