single image
30-12-2024
Mehmet PAK

Şakir Paşa Ailesi

Bir defalık mucize…

Algıların köreltilmesiyle sıradanlığa sürüklenen hayatta, sıra dışı çalışma ve eserler nasıl ortaya çıkar ve bu eserleri verenler bu sıra dışılığı nasıl yakalar.

İnsan dünyaya yalnız bir defalığına, tek bir örnek olarak gelmiştir. Dünyaya gelişindeki garip rastlantı ikinci bir kez gerçekleşmeyecektir. Her insan tekliği ile bir mucizedir, tıpkı içinde olduğumuz şu anın bile evrende bir benzerinin yaşanmadığı ve yaşanmayacağı mucizesi gibi. 

Ne var ki insan bunu görmezden gelerek geçirir yaşamını. Nietzsche’ye göre bunun nedeni korkudur. Korkunun altında Schopenhauer’in en büyük tespiti olan insanın tembelliğe olan eğilimi yatar. Çünkü insan rahatına düşkündür ve düzeninin bozulmasından korkar. Bu durumda tek yapılması gereken kitleye dâhil olmak ve seri imalat hayatlardan birini seçmektir.

Ancak sanatçılar genellikle her insanın bir defalık bir mucize olduğunun kanıtıdır. Kendine razı olmayı bırakıp insan denen mucizenin farkına varırlar. Sıra dışı hayatların sırrı budur belki de. Duyguların içeriği değil yoğunluğudur sıra dışı yaşamların sırrı. Onlar alışılmışın devamı için köreltmez algılarını, törpülenmez tutkuları. Acıyı, mutluluğu tüm şiddetiyle duyumsamaktan korkmazlar.

Şakir Paşa Ailesi, yaşamı oluşturan şiddetli duyguların ani değişimi ile sıradanlıktan sıra dışılığa geçen yaşamların nasıl sanata döndüğünü defalarca göstermiş bir aile. Ailenin hikâyesi, insanın tekliği ve sadece bir kerelik mucize olduğunu ispatlamak istercesine tutkuları sanata dönüştürmüş, önlerine çıkan Kafkaesk kapılardan tereddüt etmeden geçerek sanata evrilmiş yaşamlarla dolu.

 

Şakir Paşa…

Küçük yaşta 3 gün arayla anne ve babasını trajik ölümlerle kaybeden üç kardeşten biriydi Şakir Paşa. Ablası Sara’nın çabalarıyla kardeşi Cevad ile birlikte askeri okulu bitirdi. Ordunun her kademesinde görev aldı. Abisi Cevad Girit Valiliği ve Sadrazamlığa, kendisi de Sadrazam Yaverliğine kadar yükseldi. Abisinin talihsiz tayinleri sonucunda verem hastalığına yakalanıp ölmesi sonucunda Saraya küsen Şakir Paşa, Büyükada’ya taşındı. Burada 5 ciltlik Osmanlı Tarihi’ni yazdı. Selanik’te parasını yatırdığı otel inşaatının Selanik Osmanlı topraklarından çıkınca bir Rum tarafından bombalanarak yıkılması ekonomik sıkıntıların başlamasına yol açtı. Çok iyi bir tarih yazarı, ressam ve fotoğraf sanatçısı olan Şakir Paşa, elinde kalan tek gelir kaynağı Afyon’daki çiftliğinde, üzerinde yıllarca tartışılacak bir trajediyle öldü.

 

Cevat… 

Şakir Paşa ve Girit’te tanışıp evlendiği karısı İsmet Hanım 1886 yılında doğan ilk oğullarına Cevat adını verdiler. Büyükada’da büyüyen Cevat’ın denize hayranlığı küçük yaşta başladı. Robert Koleji bitirdikten sonra denizci olmak istedi ancak ailesinin telkiniyle Oxford Üniversitesi’nde Yakın Çağlar Tarihi eğitimi aldı. Yurt dışındayken evlendi ve ülkeye döndü. Afyon’daki çiftlik evlerinde babası Şakir Paşa ile girdiği bir tartışmada babasını kaza olduğu düşünülen bir trajedi ile vurarak öldürdü. 14 yıl mahkumiyet aldı, 7 yıl hapiste yattıktan sonra yakalandığı verem hastalığı nedeniyle serbest bırakıldı. Dönemin dergilerinde kapak boyadı, resim yaptı ve yazılar yazdı. Takma adla yazdığı “ Hapishanelerde İdama Mahkum Olanlar, Bile Bile Ölüme Nasıl Giderler” başlıklı yazısıyla İstiklal Mahkemesi tarafından idam hükmüyle yargılandı. 3 sene kalebentlik cezası alarak Bodrum Kalesi’ne sürgün edildi. Ankara’dan dönemin şartlarıyla Bodrum’a yolculuğu 3,5 ay sürdü. Vali’nin emriyle Bodrum’da şehir sınırları içerisinde serbest dolaşma hakkı verildi, denizde ise ancak 2 mil açılabilecekti. Tutkusu olan denize yine çok yakındı ama Bodrum’da deniz tutkusunun yanına bir tutku daha eklendi, Anadolu Medeniyetleri.

Aldığı eğitim, üstünde dolaştığı toprağın derin tarihi ile birleşince, Türkiye’ye Anadolu Medeniyetleri tezini öğreten ilk insan oldu. Ona göre o topraklarda yaşayan halk, o topraklardan geçmiş tüm uygarlıkların mirasçısıydı. Çünkü Anadolu bir süreklilikti. Batı Uygarlığının temeli sayılan Hellen Uygarlığı Anadolu topraklarına aitti ve Yunanlıların Anadolu’dan gitmesi ile uygarlık tarihi Anadolu’dan gitmiş olmamalıydı. Çağdaş uygarlığın temelleri Yunanistan’da değil Anadolu’da yükselmişti.

Bodrum’u ve Anadolu Uygarlıklarını tüm ülkeye tanıttı, deniz yaşamı ve deniz insanları üzerine onlarca kitap yazdı, resimler yaptı. Romanlarında deniz insanlarının karada yaşadığı hayal kırıklıklarından sonra denize dönüşlerini anlattı. Şakir Paşa’nın büyük oğlu Cevat, imza adı olarak kendine Bodrum’un antik çağdaki adı olan Halikarnas’ı seçti. Ara Güler dahi onu anlattığı fotoğrafında fona Balıkçı ile özdeşleşmiş denizi değil, yaşlanıp kızağa alınmış bir tekneyi koydu, yaşlanmış bir balıkçının denize olan özlemi başka nasıl anlatılabilirdi. “Mavi Yolculuk”la insanların dikkatini denize çeken Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı 1973’de İzmir’de öldü.

 

Füreya…

Şakir Paşa ve İsmet Hanım’ın, Cevat Şakir’den sonra doğan ikinci çocuğu Hakkiye Hanım’ın 1910 yılında Füreya adında bir kızı oldu. Büyükada’da Şakir Paşa Konağında büyüyen Füreya, ailenin tüm çocukları gibi yabancı dil ve müzik eğitimi aldı. Daha küçük bir kızken Atatürk, Füreya’nın defterine “ Memleketinize faydalı olunuz “ yazmıştı. Gençlik yıllarında Bursa’da çiftlik sahibi bir genci sevdi ve evlendi. Bursa’da yaşadığı evlilik hayatı her yönüyle hayal kırıklığına dönüştü, tereddüt etmeden geçtiği her kapının ardında ışık olmasını kendi de beklemezdi ama dayandı, ta ki henüz doğmamış ilk bebeğini tahta bir mutfak masası üzerinde Bursa’da, ikinci bebeğini İstanbul’da kaybedene dek. İkinci evliliğini Yalova Termal’de bulunan çınar ağacının altında Atatürk’ün kendisini tanıştırdığı Kılıç Ali ile yaptı. 

Uzun yıllar Atatürk’ün yakın çevresinde yer aldı. İnsanın mucizevi varlığıyla neler yapabileceğine Atatürk’te derinlemesine şahit oldu. Vatan Gazetesi’nde müzik eleştirmenliği yaptı. Verem hastalığına yakalandı, tedavi gördü, iyileşemedi. 3 yıla yakın İsviçre’de sanatoryumda tek başına tedavi gördü, tedavi sırasında teyzesinin getirdiği plastik hamurla vakit geçirirken seramik sanatına olan ilgisini fark etti. Hayatı boyunca peşinden gidecek tutkusunun toprak, su, ateş ve sır olduğunu anladı. Toprak elinde şekil alacak ve pişecekti. Tıpkı insan gibi.

O sırada Avrupa’da henüz denenmemiş bir ilaç kullanmak için Paris’e gitti. Tedaviye başladı ama ilacın yan etkileri seramik uğraşına sekte vurunca tedaviyi bıraktı. Hiç durmadan çalışıyordu. Paris’te ilk sergisini açtı ve bu dönemde yaptığı taş baskı çalışmaları büyük ilgi gördü.  Avrupa onu tanımaya başlıyordu. Artık tedaviyi bırakmış ölümü pahasına seramiğe yönelmiş ve bir yıldız olmuştu. İlk atölyesine ve her seramikçinin hayali fırınına burada sahip oldu. Füreya’nın fırınından çıkan yapıtlarını görmeden, bilinciniz öyle bir parçanın var olabileceğine ihtimal vermezdi. 

Türkiye’ye döndü ve sergiler açmaya devam etti. Seramik kadar bağlı olduğu bir tutkusu daha vardı artık, yeni doğan yeğeni Sara. Onu kendi kızı yerine koydu hatta ileride onu evlat bile edinecekti. Ancak hastalığı nedeniyle ne Sara’sını kucaklayabiliyor ne de seramiğin kendisinden beklediği o fiziksel gücü bulabiliyordu.

O sırada Fransa’da yüz kişiden birinin sağ kalma şansının olduğu bir cerrahi operasyon yapıldığı haberini aldı. Belki de karar vermesi en zor kapının önündeydi. Bu defa kapının ardında yaşam değil belki de ölüm vardı. Tereddüt etmedi. Hiç kimseye haber vermeden tek başına gitti ve ameliyat oldu. Ciğerlerinin yarısı alındı. İyileşti ve yaşama mücadelesinin ateşlediği seramik tutkusunun peşine düştü. Aldığı bursla ABD ve Meksika’da araştırmalar yaptı. Duvar seramik çalışmaları ve “gre” kili ile yaptığı çalışmalar henüz Batı’da bile kullanılmaya başlamamıştı. Sayısız uluslararası ödüle layık görüldü.  

Resme de büyük yeteneği vardı ama aynı şey değildi. Fırından çıkacak parçayı beklemenin heyecanını duymak istedi. Bir beklentiydi seramik onun için. Çünkü fırından çıkacak parçadan hiçbir zaman emin olunmazdı. Birkaç derecelik ısı farkı, bir küçük leke, beklediğinizden bambaşka bir sonuç verebilirdi size.

“Bugünün insanı. Yaşamıyorlar. Belki çok şeyleri var ama hiçbir şeyleri yok gibi” dedi son çalışması “İnsancıklar” için.

Şakir Paşa’nın, adını dünya sanat tarihine yazdırmış torunu 1997 yılında İstanbul’da öldü. Türkiye’nin ilk ve öncü seramik sanatçısı, var olanın ötesini gören elleriyle toprağa yeniden şekil veren, toprak su ve ateşin kızı Füreya Koral.

 

Fahrünnisa…

Şakir Paşa ve İsmet Hanım, 1901 yılında Büyükada’da doğan beşinci çocuklarına Fahrünnisa adını verdiler. Fahrünnisa 14 yaşındayken anneannesinin suluboya portresini yaptığında tüm aile ressam olacağını anladı. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin ardından Paris’e giderek Ranson Akademisi’nde sanat öğrenimi gördü. Birinci evliliğinden Nejad ve Şirin adında 2 çocuğu oldu. Nejad Devrim, Paris’te Gertrude Stein toplantılarında yer aldı. Türkiye’nin modern anlamda ilk soyut ressamlarından biri oldu. Eserleri çok önemli müze ve sergilerde yer aldı. Şirin Devrim ise Şehir Tiyatrolarında Muhsin Ertuğrul’un isteğiyle oyun sahneleyen ilk kadın tiyatrocuydu. Amerika’da pek çok oyunda yer aldı, tiyatro dersleri verdi. “Şakir Paşa Ailesi” kitabını yazdı.

Fahrünnisa ikinci evliliğini Ürdün Kralı 1.Faysal’ın kardeşi Emir Zeid el Hüseyin ile yaptı Prenses unvanı aldı.  Diplomat eşinin görevi nedeniyle resim kariyerini çeşitli Avrupa şehirlerinde sürdürdü. İlk sergisini 1944 yılında İstanbul’da kendi evinde açtı, D Grubu ressamlarıyla ortak çalışmalarda bulundu. Paris, Londra, New York, Brüksel gibi kentlerde onlarca başarılı sergiye imza attı. “Cehennemim” adlı eseri büyük ilgi gördü. Eşinin ölümünden sonra oğlu Raad ile Amman’a yerleşti, burada kendi adıyla bir sanat enstitüsü kurdu. 

1991 yılında ölen Prenses Fahrünnisa, Şakir Paşa ailesindeki yaşamlara en zor dönemlerinde sanatın yolunu göstermesiyle büyük rol oynadı. 

 

Ve Alyoşa…

Şakir Paşa’nın 1903’de kızı Aliye de Büyükada’da doğdu. Ailenin en küçüğü ve belki de en çılgınıydı. Hiçbir toplumsal kurala boyun eğmeden sadece gönlüne göre yaşamaya çılgınlık denseydi eğer. Aşırı duygulu, aşırı iyimser ve aşırı karamsardı. Yoğun yaşanan duygularla gelen sıra dışılık onun ruhunda vardı ve hep böyle yaşadı. Ailesi ona Dostoyevski’nin romanı Karamazov Kardeşler karakterlerinden birinin adıyla seslendi hep, bizler de öyle bildik, Alyoşa. Birinci Dünya Savaşı sırasında okulu kapanınca desen dersleri aldı. Müzik ve resim eğitimi gördü. Alyoşa’nın hayattaki en büyük tutkusu Füreya’nın keman öğretmeni Karl Berger’e olan aşkıydı. Onun için Karl’ın bir kız arkadaşını dahi tabancayla yaraladı. Tam yirmi üç yıl süren beraberlikleri sonunda Şakir Paşa Konağında evlendiler. Bir Dostoyevski karakterinin adını taşırken diğer tüm Dostoyevski karakterleri gibi bitmemesi için tamamlanmayan bir aşkı yaşadığından habersizdi. Evlendikten yedi ay sonra Büyükada İskelesi’nde Aliye’nin kollarında kalp krizi geçirdi ve öldü Karl Berger.

Ablası Fahrünnisa, Karl’ın ölümünden sonra düştüğü bunalımdan çıkarmak için Avrupa’ya götürdü onu. Karl’a olan aşkını desenlerle anlatmak istedi, gravür sanatına olan yeteneği kısa zamanda fark edildi. Türkiye’ye döndükten sonra sergiler açmaya başladı. Yapı Kredi Bankası’nın açtığı bir resim yarışmasında “Güneşin Doğuşu” adlı resmi birincilik ödülü aldı. Narmanlı Han’daki evini aynı zamanda atölye olarak kullandı. 

1974 yılında Büyükada’da ölen Alyoşa hakkında kitaplar yazıldı, tiyatrolar sergilendi.                 “ Ölümler bile öldürmedi bendeki aşkı. Coşkuyla, aşkla ve sevgiyle yarattım ne yarattımsa. Yaptıklarım yaşadıklarımın ta kendisi oldu” diyen ressam ve gravür sanatçısı Aliye Berger, sadece bir defalık mucize olan insanın, sıra dışı eserleri nasıl verebildiğine bizzat yaşamıyla kanıt oldu.

 

Benzer Yazılar

TÜMÜ
back to top